6 Aralık 2009 Pazar

Seyir Defteri / Mezuniyet Yazı



Bitirme tezi telaşını da atlattıktan sonra Makina Fakültesi'ne bağlı bir bölümde okumanın talihsizliğinden olsa gerek kalabalık ve terli bir kep töreni faslımız oldu. Yine de teker teker isminizin okunması ve diploma gibi dursun diye hazırlanmış olan ve YTÜ'nün masraftan bu kez kısmayarak imitasyon deri kılıflar içinde verdiği kağıtları havaya kaldırıp etrafa gülücükler saçmak, anneye, babaya, kuzene, ananeye, dedeye, sevgiliye el sallamak oldukça keyifli deneyimlerdi...

Bitmişti işte, büyük gündü o gün, hayat başlıyordu, artık bir ünvanımız vardı. Uzaktan izleyenler için oldukça duygusal anlar aslında diploma törenleri. Özellikle de aileler için. Onca yıl belki de gerçekten çok zor koşullarda eğitim almasını sağladıkları çocuklarının başarıyla okulunu bitirdiğini görmek her ebeveyn ( bu kelimeyi afilli dursun diye kullandım) için oldukça gurur verici bir hadise olsa gerek. Ama diploma töreninde bu duygusal atmosferden ziyade kepinizin kafanızda nasıl durduğu- ki onu düzgün bir biçimde kafada tutmak üstün bir mühendislik yeteneği gerektiyor-, etrafınızda nelerin dönüp bittiği, adınızın ne zaman çağrılacağı ve sıraya girmek gibi işlerle meşgul oluyorsunuz.

Uzun bir isim okuma merasiminden sonra Makina Fakültesi olarak Yıldız'ımızın emektar Hümayun Bahçesi'nde sıra keplerin fırlatılmasına geldi... 1-2-3 . Merhaba Hayat !

Aslına bakarsanız mezun olduğum yaz bu gerçekten ziyade uzunca bir tatil yapmak ve felekten geceler çalmak hayalleri ile daha çok haşır neşirdim...Artık bir öğrenci değil, bir Endüstri Mühendisi olarak! Ki iyi de yaptığımı düşünüyorum. Gezdik, tozduk...Kabak Koyu, Ayvalık ve Kıbrıs'tan oluşan bir tatiller zinciri...Deniz, kumsal, güneş, güzeller ( hep öyle derler ya:) ). Aslına bakarsanız yaz boyunca ne mezun olduğum, ne iş aramam gerektiği ne de en azından bir adım atmam gerektiği konusunda en ufak bir düşüncem bile olmadı. Sadece daha sonradan epeyce haşır neşir olacağım www.kariyer.net üzerinden CV'mi aktif hale getirip usulen bir kaç başvuru yapmak haricinde hiçbir çaba sarf etmedim.

Öyle ki daha yeni mezundum hatta fiziki olarak bir diplomaya dahi sahip değildim ve daha çoooook zaman vardı her şey için. Hayat bana güzeldi kısacası.

Belki de bundan sonraki hayatımın en rahat, en güzel , en uzun yazı.

Mezuniyet dümenini elime alıp Mavi Tura çıktım diyebiliriz. İtiraf etmeliyim ki daha okyanusun derin, dalgalı ve karanlık sularında yapacağım sinir bozucu mücadeleden haberim yoktu :)

Yazının bundan sonraki kısmı daha eğlenceli olacak. Takipte kalın :)

Yeni Mezunun Seyir Defteri

Herkese Selamlar,

Uzunca hatta epey uzunca bir aradan sonra aslında çoğumuzu yakından ilgilendiren, bu yollardan çoktan gelip geçmiş olanları da geçmişe döndürüp gülümsetmesini umduğum yeni bir konu ile karşınızdayım. Tahmin edildiği üzere aradan geçen 5 yılın ardından okulumu kendi hedeflerim ve etrafımdakilerin de beklentileri doğrultusunda başarılı bir şekilde bitiriverdim. Ödevdi, projeydi, bitirme teziydi derken, çok da çetrefilli olmayan daha çok son gecelere sıkıştırılmış, uykusuz geçen sınav arife geceleri ve çokca arkadaş kıyağı ile (Doğukan'ıma, Duygu, İlto, Seda, Yasemin, Safa, Şenol, İbo, Şafak, Selen, Erhan, İlker 'e sonsuz sevgiler...) 5 yıllık lisans dönemi bitti ve 2 gün önce de fiili olarak diplomamı elime almış bulunuyorum. Bu arada merak edenler için diploma : Yıldız Teknik Üniversite'min -ki kendisine ebedi bir gönül bağumın olduğunu söylemeden geçemeyeceğim- masraftan kısarak hazırlattığı A4 boyutlarında bir karton. Üzerinde de parlak bir yıldız logosu var. Uzaktan afilli yakından ucuz görünüyor. Ve artık hayata Endüstri Mühendisi olarak devam edeceğimin de resmi bir belgesi oluyor kendileri. Alaylı bir söylem takınmam hem kendimi hem de bu yazıyı okuyanları sıkmamak maksatlıdır aslında bu mezuniyet hadisesinin manevi olarak benim için çok değerli olduğunu belirtmek isterim. 11 sene öncesi ve 5 senesi de üniversite yılları olan uzunca bir eğitim hayatının sona erişi aslında oldukça duygusal bir an, önemli olmasının yanında...

Mezuniyet periyodunu kısa bir yazıyla özetlemektense geçtiğimiz ayları ayrı yazılar halinde değerlendirmenin daha keyifli olacağına karar verdim. Umarım siz de eğlenirsiniz. Başlayalım o halde : )

28 Mart 2009 Cumartesi

FMK Hareketi!


Faili meçhul cinayetler içimizi yeterince kararttıysa sırada bir o kadar iç açıcı başka bir olaydan söz etmek istiyorum size. ''Faili Meçhul Kıyak''. Fikir babası Tunç Kılınç olan bu hareket, insan olduğumuzu hatırlamamızı ve yalnızca mutlu ederek mutlu olmamızı, ufak detaylarda karşılıksız insan sevgisini yeniden bulmamızı sağlayan yeni bir soluk gibi. Ve oynaması da oldukça kolay. İnsanlara ufak sürpizler hazırlıyorsunuz ama kimse sizin yaptığınızın farkında olmuyor. Neler yapabileceğinizi ise yalnızca hayal gücünüz belirliyor. Ve karşınızdaki insana kendisine bir iyilik yapıldığını ve bunun tesadüf olmadığını hatırlatan tek şey olay mahaline bırakmış olduğunuz bir ''faili meçhul kıyak'' kartı.

Kıyak geç denize at! Bundan güzeli var mı? Fikir atölyesinde bir kampanya biçiminde öne çıkmış olan bu hareketi yakından takip etmenizi öneriyorum. Başlamak için ;

Faili meçhul kıyak :)

26 Mart 2009 Perşembe

Faili Meçhul Cinayetler


Bundan bir kaç ay önce hayatımın en kötü gününü yaşadığımı ve artık hiçbir şeyin bundan daha kötü olamayacağını düşünüp üzülüyordum. Bunu bir daha sorgulamak gerek !


İnsan hayatında hiç bir zaman bitmiyor o ''en'' ler. Artık en kötüsü demekten vazgeçtim. Bir sonrakine kadar en kötüsü bu diyorum. Böylece bir sonrakine ben sana zaten hazırdım mesajı vermiş olurum belki. Çünkü ne kadar aşina olursa olsun insan yine de talan oluyor ''kötü''ler karşısında.


Bugün size bir cinayetten bahsetmek istiyorum.


" İki gün önce İstanbulda bir apartmanın yedinci katında yaşanmış. Kadın katliamlarının bol olduğu günlerde bir başka tarzda çarpıcı bir örnek. Faili meçhul bir cinayet henüz. Katil olay mahalinden arkasına bakmadan kaçıp gitmiş. Gitmese erkekliğine yaraşmazdı zaten.


Olayın korkunç yanı altı ay boyunca, el ve kollarını bağlayarak, saklamış kadını. Kadın ise yalnızca onu aç ve susuz bırakmadığı için minnet duymuş katiline. Kadın kilitli kaldığı odada katilinin gelip onu sevmesini beklemiş aylarca. Onu öldürmediği için sevmiş onu, hem yemek de veriyormuş bundan iyisi mi var!...Hastalıklı bir aşka dönmüş bu garip hikaye. Adam sevmiş kadını, korumuş, kollamış. Bırakmamış aylarca. Kaçıp gitmek istemiş zaman zaman ama adam buna asla izin vermemiş. O gitmek istedikçe daha çok gelir olmuş ziyaretine. Daha çok sevmiş onu. Kadın adamı sevdikçe adam vahşileşmeye başlamış...İlk günlerdeki tutku, heyecan ve güzellikler yerini sessiz kaçışlara ve duygusuz sevişmelere bırakmış. Kadın günlerce aç bırakılmış, beklemiş, ağlamış...Gelen giden olmamış. Yanında olmadığı dakikalarda bir başkasıyla olduğunu biliyormuş kadın.


Sonra bir gün geri gelmiş adam. Cinayetten bir gece önce. Eskiden olduğu gibi oturup saatlerce konuştukları ve tutkuyla seviştikleri gecelerden biri olacak sanmış kadın. Kız kulesinde, sahilde, hiçbir yerde, her yerde ve hayallerde buluşup saatlerce konuştukları ve birbirlerine dokunamasalar bile sadece o an için dahi olsa tamamen birbirlerine ait olduklarını hissetikleri günlerden biri gibi. Hayal değildi bu. Yaşanmıştı bunlar. Gerçekti hepsi. Dokunuşlar, konuşmalar, kaçamak görüşmeler ve her an her saniye birbirine koşmalar... Hepsi yaşanmıştı bunların. Onlarca şarkı söylenmişti, dillendirilmişti var olan ve olamayan her şey. İnanmamak için ruhsuz olmalıydı kadın, duygusuz. Umutlanmamak için beklememek için bu dünyaya ait olmayan bir varlık olmalıydı. Çünkü adam hep bekle demişti ona , git demeyi beceremediği dakikalarda. Bekle ve ben seni öldürene kadar yaşat beni!


Kadın o gece adamı gördüğü gibi anlamış bir şeylerin yolunda gitmediğini. Sarılmak istemiş, dokunmak. Susuyormuş adam. Bütün geceyi beraber geçirmişler. Sabaha karşı suskunluğu bozulmuş adamın ve itiraf etmiş sonunda. Sevmiyorum seni. Sadece seni öldüreceğim ana kadar beni yaşatmanı istedim. Nefessiz kalmış kadın. Soğuk bir duvarın kıyısında uykuya dalmak ve bunların kötü bir rüya olduğuna inanmak için çırpınıp durmuş. Becerememiş...


Konuşmadan, tek bir cümleye dahi tenezzül etmeden, hiçbir şey olmamış ve yaşanmamış gibi. Öldürdükten sonra yanağına bir öpücük kondurmuş ve kaçıp gitmiş. Ruhsuzca. Bedeni de ruhu da değersizlikler içinde tükenmiş kadının. Çiğnenip yutulmaya hazır bir et gibi.


Bulsalar faile soracaklar olay anında neler hissettiniz diye.
Soğukkanlılıkla anlatırdı herhalde. "Yaptım, pişman değilim" .
Fakat bir kağıt parçası bulunmuş odada olaydan sonra.


Kadının el yazısından şunlar yazıyormuş:


-Ölümünden kimse sorumlu değildir. Katli vacip duygulardı ! "


Katli vacip duygular...Sevmek, değer vermek, inanmak, güvenmek... Ve işte böyle talan ediliyorlar meçhul faillerce. Bir gün içinde onlarcası, yüzlercesi işleniyor bu günahların.


Kalbe kalkan geçirmek gerekiyor artık. Ticaretine başlasak iyi para ederdi!


'' Kendinizi korumanız için özel olarak üretilmiş insandan robot yapma makinası! Ekonomik ve kolay çözüm. Yanında "değer vermemeyi öğrenmek için 50 altın kural" kitabı da bedava! "


''En'lik görecelidir diye başlamıştım yazıya. Şimdi dua ediyorum gelmiş geçmiş bütün Tanrılara. Bundan kötüsü varsa, bundan iyisi de olacaktır. Güzel günler göreceğiz elbette.


Başka türlü yaşanmaz bu dünyada!

23 Mart 2009 Pazartesi

Hayatı tüttürmek


Sigara içmek öldürür.


Bugün ilk kez sorguladım bunu. Elimizde çantamızda masamızda duran paketleri. Ağzımızda gezinen ve ciğerlerimizi sömüren, madde bağımlısı haline gelmemize neden olan bu saçmasapan insan icadını. Nasıl da büyük bir başarı ile görmezden geldiğimiz ''öldürür'' lafını sonra. Bugün, öğle arasında, sigaramı tüttürürken!

İnsan kendine zarar veren şeylere karşı körün de körü olabiliyor bazen. Gözlerimiz yalnızca istediğimiz zaman ve istediğimiz şeylere karşı açıklar bir yerde. Ölmek lafı ağır bir laf. Ama işte körüz. Düşünmüyoruz, sorgulamıyoruz bunu. Uzakta olduğundan belki. Sigaradan dolayı yarın ölmeyecek olduğumuzu biliyoruz , bugünün yarını her nefeste daha da yakınlaştırdığını bilmezden gelerek. Ya çok zeki ya çok aptalız, inanın bunu ben de çözemedim.

Yalnızca sigara konusu değil elbette böyle olan. İnsan yaşadığı anın, sahip olduğu şeyin ona biçilmiş ve yaşamına kilitlenmiş birer demirbaş olduğunu zannediyor. Sağlık, gençlik, mutluluk...Hüzün bazen. Hiç gitmeyecek sanıyoruz. ''Öleceksin'' diyorlar sağır oluyoruz. ''Gideceğim'' diyor birileri körleşiyoruz. Görmüyoruz, elimizdeyken... Gittikten sonra açılıyor gözlerimiz. Aylardır, yıllardır görmeyen göz yine göze dönüyor. En yaşlısından hem de!

Ana ait mutluluklar, üzerinden geçtiğimiz, yıkıp harap ettiğimiz yaşantımızın üzerine tatlı bir gölge vuruyor bazen. Tatlı diyorum, tatlı olmasaydı daha çabuk uyanırdık uykumuzdan. Gerçekler hayatın deliklerine saklanıp hiç beklemediğimiz anlarda sobeliyorlar bizi. O ana kadar varlığını bildiğimiz ama hiç düşünmediğimiz bu gerçekçikler birden sahnemizi işgal ediveriyorlar sonra. Çırılçıplak kalıyoruz, başrol oyuncusu olarak cirit attığımız ve gülücükler dağıttımız o kocaman sahnenin ortasında. İşte böyle körcükler ve sağırcıklarız biz, sona geldiğinde açılıyor gözlerimiz, kapanıyor perdeler.


Geç kalmadan düşünün, önce görmezden geldiklerinizi... Sonra şimdiye kadar hiç görmediklerinizi. Kaçırdığınız sevgileri, kırdığınız kalpleri, kaybettiğiniz dostları...İçtiğiniz sigaraları tabi bir de. Ölmeden önce kaç kez öleceğinizi duyduğunuzu, duymazlıktan geldiğinizi düşünün.

Bugün çok sigara içtim, neden derseniz dertliyim biraz.
Sigara öldürür...
ama pişmanlık süründüyor adamı.

21 Mart 2009 Cumartesi

Ekinoks



Gün-Tün eşitliği'ne hoşgeldiniz!

Bugün eşitiz hepimiz. Gece de eşit gündüz de. Acılarımız kadar mutluluğumuz olacak. Borcumuz kadar alacağımız. Sevdiğimiz kadar sevileceğiz de. Ağladığımız kadar gülecek yüzümüz. Siyah kadar beyaz olacak. Fakir kadar zengin. Kötüler kadar iyiler olacak. Bitti dediğimiz anda yerden yeni umutlar bitecek. Bahar gelecek bugün. Soğuk kadar sıcak da olacak , yalnızlığımız kadar kalabalık olacak etrafımız.

Yoksa sıradan bir gün gibi akıp gidecek mi bugün de? Unutulduğumuz, sıkıldığımız, yorulduğumuz onlarca günden biri gibi...Ertelediğimiz sözcükleri hiç gelmeyecek bir yarına bırakıp dönecek miyiz sırtımızı her şeye. Aynaya bakarken gördüğümüz gözlerin bize ait olup olmadığını düşünecek miyiz yine aceleyle girdiğimiz ve yetiştirmeye çalıştığımız işler yüzünden onu bile kısa tuttuğumuz tuvalet molalarında. İnsan olduğumuzu anımsatan şeyleri göz ardı etmek için kendimizi anlamsız bir koşuşturmaya bırakıp , sesimizden ve yüreğimizden kaçtıkça kendimize döndüğümüzün yanılgısı içinde oradan oraya savrulmaya devam mı edeceğiz? Belki... Belki ve maalesef bugün de diğerleri gibi geçecek. Kendimizden uzakta durmak için elimizden geleni yapacağız kuşkusuz.

Bunca zaman böyle yaptık çünkü. İçimizden gelmeyenler üstemizden gelmeyi becerdiler.
Ol dedik ve olacak sandık dünya,
öl dedik ve ölecek sandık duygular.
Ya da birileri geldi ol ve öl dedi!

Umutlarımız tükenecek bugün de. Tükendiğimiz kadar tüketeceğiz üstelik. İnsan olduğumuzu hatırlatmasın diye aşkı bile reddedeceğiz. Kıyıya vurmuş ölü balıklar gibi nefessiz... İnancımız geldiğimiz yerlerde unutulmuş. Dün kadar uzak, gelecek kadar uzak, bugün kadar uzak. Peki ama nerdeyiz? Hangi zaman dilimine yazılmış içinede bulunduğumuz anlar. Sadece iki saatliğine...Seviştiğimiz, güldüğümüz, sevdiğimiz, inandığımız, güvendiğimiz anlar. Hangi güne ve hangi geceye aitler artık?

Kimiz biz ?
Sen, ben, o. İçimizden herhangi biri.
Kaçımız yürekli olmayı becerebiliyoruz ki artık...
Kaçımız yaşadığı gecenin ardındaki gündüzü de anımsar oldu.
Terk edildi ya da terk ettirildi günler.

21 Mart güzel bir gündür. Gece ve gündüzün, olmak istediğimizle olduğumuz arasındaki uzaklığa nispet veren eşitliğidir. Umuttur bir yerde, almasını bilene.

Kendini bizden hissetmeyene en Mutlu Baharlar!

20 Mart 2009 Cuma

Bir nedeni yok

''Ben seni kırmak için yaratılmadım. Uzun zamandır seni planlıyorum haksızca; cezalandırılacak kadar mı yabancı, tanınmaz, suç yüklüydüm ? Belki seni çok yıprattığımın, yaşamaya yönelik trafik işaretlerinin arasında yalnız bıraktığımın elbette farkına vardım ama her şey mi benim bu aleyhte var oluşumla açıklanabilir? Beni, başta sana olmak üzere kimliklere karşı saldırganlaştıran koşulları tek başıma ben mi oluşturdum? Seni kaybettim. Bunu biliyorum.

Seni kaybettiğimi sen çekip gitmeden önce de biliyordum. Ortadaydı. Beden ve kefalet ortadaydı. Senin hakkında tek nir satır bile yazmamamın gerekçelerini hiç düşündün mü? Sana olanları içten içe koruma savaşı mıydı sanki bu? Kuşkusuz! Hala da saygıyla ağlıyorum. Büyük bir tesadüfe yenildim. Büyük bir eksen kaymasıyla, sihirbazın şapkasında sıkışıp kalan tavşan gibi.''

-Bir nedeni yok yalnızca öptüm-
Küçük İskender.

19 Mart 2009 Perşembe

Gidiş-Dönüş meselesi



'' Yüreğimizin yufkalığı
hayat karşısında bizi yenik düşürdü
Mükemmeliyet taşıyan cümleler arasında
Bir yürek taşıdığının farkına varmak
Ne kadar yüceltiyor insanı
Bu yoğunlukta..''


''Hep yalnız yürürken düşüyor sorular gökten. Ya sevmiyorlar yalnızlığımı, ya yalnız kalamıyorlar oldukları yerde.''

Gözlerimden damlamamak için yüreğimi aşındıran gözyaşlarımla kendi kendime mırıldanmaktan başka çaremin olmadığı bu ıssız kalabalıkta, ardımda gölgen, aklımda yitikliğim yürüdüm.


'' Sen bana hiç gelmiş miydin...Bu kapı aralandı mı hiç! Hüznümden örülme o yüksek duvarı aşmaya çalışıp, kendini gözlerimden okumayı denedin mi? Sen bu kırık yüreğe dokunmayı hiç gerçekten istedin mi...
Yoksa beni ve aşkı aynı sayfanın farklı yüzlerinde saklamaktan başka bir şey değil miydi seninki?
Bilmiyorum...''

Ben bir yabancıyı sevdim dudaklarına dokunurken ve kendi içimden bana en az ben kadar yakın ve bazense ben kadar yabancı olanı sevdim. Yollar aramıza sıkışıp kalmış yaşanmamışlar ve söylenmemişler kadar uzun görünüyordu artık bana. Sonunda varlığının umuduyla yürüdüğüm bu karanlık yol bana seni verecekti ve belki de o zaman kararan bütün ışıklar yeni bir hayatın, yeni doğmuş bebek kokulu o heyecanlı varlığını dünyama sunacaktı. Ben kendi içimde kendi yüreğimin yanında taşıdığım bu yabancıyı belki de o zaman tanıyacaktım.

Zaman ızdıraplı bir süreçte seni ellerime buruk bir düş kırıklığı ile de olsa verdi sonunda. Seni benden koparabilecek ama yine de asla unuttuturamayacak o buzlu yollar sana çıktı sonunda. Peki ama nerdeydin? En karanlık gecemde parlayıp dünyaya yeniden gülümseten dokunuşunun düşleri her defasında uyanıp yeniden uyuduğum bu oyunsu uyku,en umutlu anımda kapanan ışıklar ve senin asla içinde olamadığım o uzak hayatın beni kendimle buluşturacağına inandığım bu şehirden hiç bilmediğim diyarlara cebinde beş kuruş umudu olmayan bir sen vurgunu olarak sürgüne gönderdi sonunda.

Ellerini tutarken aramızda sıkışıp kalan soruların nelerdi...Neden yüreğimi vermeye her şeyimle hazır olduğum insan tüm varlığı ile benim olamıyordu! Neydi korkutan...Neydi susturan o aşk kokulu dakikalarda...Sana aşık olduğumu bağırmak isterken cümlelerimi boğazıma dizen, üşüten, ürküten! Aramızda kalmış, sana dokunmamı engelleyen bu çetin yığın ve tam geldiğine inanmışken, yüreğindeki tüm acıları yüreğimde toplamaya hazırken, yeniden ama bu sefer gerçekten gidişin...

Hep sen istediğinde gelebildim yanına en uzaklardan. Ve sonra sen yanağıma bir öpücük kondurup beni hiçbir şey olmamış gibi o uzaklara yolladın. Yoksa boğazımda tıkanıp kalmış sözler, hıçkırıklar, itiraflar, isyanlar ve yüreğimde gizlediğim gözlerimle ele verdiğim hüzünler, özlem ; yoksa avuçlarımda sıkıca tutup kimseye göstermediğim AŞKın mı girdi aramıza? Bu kadar yakınken!

Hep yanında olmayı istedim. Kalbinin içinde yaşamak, gözlerinde gülmek, gözyaşlarımı gözkapaklarının altına saklayıp senin o güçlü ve kararlı duruşuna muzipçe gülümsemeyi istedim. Ben sana dokunurken hep bana aşık olduğunu duymayı diler, ümitsizlik anlarımda ise bunun senin için bir yenilgi olabileceğini düşünür ve sadece ben, bir tek ben, tek başıma senin o eğilmez varlığın ve aşılmaz yokluğun arasında tıkanıp kalırdım.

İstedim, çok istedim.Seni...
Kaçtın.
Yanında kalmama fırsat vermediğin anlarda bile senin ruhumu uyuşturan umuduna sarıldım.

Yine de inanıyorum... Sevdin beni. Ben senin denizinde yüzeyde gezinen en güzel deniz kabuğundum sense benim denizimde en dipte en gizli ve en özel köşede korunmaya alınmış olandın.

Sular akıp gidiyor şimdi. Sen, coşkun deniz, umarsızca dalgaların vuruyor kıyılara. Ve yağmurlu bir İstanbul akşamında usulca kumsala bırakıyorsun beni. Alıp başını sonra kendi dalganla boğuşmaya gidiyorsun.

Belki yorulacak, belki öleceğim...Ama bekleyeceğim değersiz bir kolye olarak bakire bir kıza hediye edilmemişse kabuğum... Rüzgarını da, serinliğini de o yüreğime dokunan mavilğini de al ve git...

Hep kendin için çekilen sularını al ve git...

Ne de olsa hiç bir gitme geri döndüremeyecek artık seni.


-------------------------------------------------------------------------------------


(2004 yılında herhangi birine ya da bir anıya atfetme kaygısı olmadan yazmış olduğum bu yazının üzerinden tam 5 yıl geçtikten sonra eksiksizce beni ifade ediyor olması nasıl açıklanır bilmiyorum.)